Tunç Pekmen'den "Gerçek Sihir Hikayeleri" : Giriş dersi

Uzun John adlı internet sitesinde çizgi roman hakkında yazılar yazan Tunç Pekmen'in öyküleri, bir aksilik olmazsa burada yayınlanacak. Nadir Kutluhan'ın öykü için çizdiği illüstrasyon da bu güzel öyküye ayrı bir renk katıyor. Sözü fazla uzatmadan sizi öyküyle başbaşa bırakayım. Öykünün sonunda yazar hakkında bilmek isteyebilecekleriniz yer alıyor. Ayrıca çizgi roman seviyorsanız, Uzun John'u da bir ziyaret edin derim.
K.G.



Gerçek Sihir Hikayeleri : Giriş dersi
    

        İsmi bende, yüzü hafızamda saklı olan ve ilk tanıştığımız gün bana dünyanın görünen yüzünü aralayıp gizli olan sırları, kulamparaları, at hırsızlarını, hokkabazlıkları, gerçek büyü ve sihri, üfürükçüleri, katakullileri ve ecinni taifesini öğreten “O” kişiyle tanıştığımda, henüz onaltı yaşındaydım. Benden sadece iki yaş büyüktü ama duruşu, bilgisi ve olgunluğuyla sanki 25-30 yaşlarında gösteriyordu. İnanın ki, onaltı yaşında biri için yirmibeş yaş asla ulaşılamayacak bir yaş, tecrübe ve olgunluk göstergesidir.
Bu olaydan iki sene sonra - her üniversite sınavına hazırlanan öğrenci gibi - yarış atı misali hazırlanıp üniversite sınavına girdiğimde kimya mühendisliğini kazanacağım herhalde o zamanlardan sinyallerini vermişti; çünkü içime kimya – hatta kimilerine göre simya- ateşi düşmüş, yaşıtlarım karşı cinsi tavlamanın ince sanatlarında uğraşırken ben Potasyum’un su üstünde dönüp dönüp patlamasıyla ve hafif dozajda koklanan kloroform’un denek ( yani kendim) üstündeki etkileriyle meşguldum. Zaten onunla tanışmama da bu kimya merakım sebep olmuştu.
Evimize oldukça yakın bir yerde kimya malzemeleri satan bir laboratuvar bulmuş, orada çalışan elemana içimdeki kimya aşkını ve bu aşk uğruna dökebileceğim paraları gösterince, hele bir de köşedeki dövmeciyle ahbaplığım olduğunu ve uzun zamandır göğsünde bir kalp sembolü içine yazdırmayı düşündüğü “Aşkımsın Semram” yazısını ona bedavaya getirebileceğimi de çıtlatınca, oradan malzeme almak benim için bir sorun olmaktan çıkmıştı. Lise kimya kitabındaki deneyleri inceliyor, sonra da bir koşuda laboratuvara uğrayıp gerekli malzemeyi aldıktan sonra deneyi evde icra ediyordum. Bir gün, kitaptaki deneylerden bir tanesi olan sofra tuzunu elde etmek için hidroklorik asite ihtiyacım doğdu. Laboratuvara gittiğimde istediğim malzemeyi bana temin eden eleman, üniversiteden bir arkadaşıyla derin bir muhabbete dalmışlardı. Arkadaşı oldukça heyecana kapılmış ve sanki bir 19 Mayıs gösterisinde temsili Yunan kuvvetini canlandırıyormuşcasına agresif el hareketlerinde bulunarak olayı kısmen anlatıyor kısmen de canlandırıyordu. Muhabbetlerinin konusu gerçekten ilginçti. Olayı anlatan şahıs, artık üniversitelerinde en üst kattaki laboratuvarda kimsenin ders yapmak istemediğini, çünkü oraya varlığı ve sureti olmayan bir musibetin dadandığını, henüz kimsenin onu görmüş olmamasına rağmen bazı hassas kişilerin hissettiğini, herkesin ürperdiğini ve çeşitli hocalara gidip yanlarında muskalar ve dualarla sınıfa girdiklerini yemin billah ederek anlatıyor; beriki ise kendisinin o derslikte çok ders yaptığını ve bunların hepsinin safsata olduğu konusunda ısrar ediyordu. Sohbetin içinde “hayalet” kelimesi geçince kulak kesildim ve yaklaşık onbeş dakika sonra gösterdiğim sabrın mükafatını aldım. Olayın vuku bulduğu üniversitenin, binanın ve laboratuvarın ismini  öğrenmiştim. Bu isimleri hafızama kazıyarak evin yolunu tuttum.

Kimya laboratuvarı dersi alanlar bilirler. Bazı laboratuvar deneyleri tüm gün sürdüğünden, öğrencilerin özellikle açıkgöz olanları, arka taraflarda sote köşelerde bir 1000 ml’lik beher içinde saf suyu bunsen ocağıyla sürekli kaynatarak, laboratuvardaki görevlilerin bakmadığı zamanlarda el çabukluğuyla o kaynayan suyu bardaklarına transfer ederler, evvelden hazırladıkları neskafe ve şeker karışımlarını suda eriterek, keyifle içerler. Bu hem topluma zarar vermeden yapılan ve kızlara çılgın görünmeye yarayan şirin bir başkaldırı şeklidir, hem de sekiz saatlik olmasına rağmen sadece iki kredi olan bir dersi çekilebilir kılan yegane ayrıntılardan biridir. Üniversitenin kapısındaki bekçinin sokakta beslediği köpeğiyle oynamasından yararlanıp içeri gizlice sıvışmamdan ve tam tamına üç kere yolumu şaşırıp kan ter içinde, tarif edilen laboratuvara güç bela ulaştığımda ilk dikkatimi çeken, bu toplum tarafından hoş görülen “asilik çay beheri”nin olmayışı idi. İkinci dikkatimi çeken durum ise, normalde panik içinde ellerinde mezürler, büretler, kapsüller, havanlar, altı saat ocakta durduğu için akkor seviyesinde olmasına rağmen aceleden ve alışkanlıktan dolayı çıplak elde hoplatıla hoplatıla taşınan krozeler bulunan; zamanında tertemiz olmasına rağmen ihmalkarlıktan ve umursamazlıktan dolayı zaman içinde kirlenmiş, delinmiş, çözelti damlatılmış laboratuvar önlüğü giyen öğrencilerin etrafta koşuşturmamaları; tam tersine mantık dışı bir huzursuzluk içinde öbeklere toplanmış sağa sola ürkek bakışlar atarak hızla deney yapmalarıydı. Üçüncü dikkatimi çeken durum ise, önem ve tuhaflık bakımından ikisini de kat be kat geçerdi. Evvelden bahsi geçen o varlıksız cismi, kısmen de olsa görebiliyordum. Bu saydam mahlukat laboratuvarın içinde sağa sola hareket etmekteydi. Onu gördüğüm anda hayatında ilk defa kendisinin nasıl doğduğunu idrak etmiş, valide ve pederinin doğum gününden tam dokuz ay on gün önce yatakta hangi pozisyonda meşk ettiklerini gözlerinin önüne getiren on yaşında bir çocuğun vereceği tepkinin aynısını verdim. Yani ağzım düştü, gözlerim faltaşı gibi açıldı, gördüğüme ve duyduğuma inanmak istemedim. Omzuma sertçe inen bir el, zaten gerilmiş olan sinirlerimi iyice gerdi ve ben korkuyla çığlığı bastım.
“O” ydu.
Benim gizlice içeri süzülmemi fark eden bir üniversite öğrencisinin, beni tartaklayıp dışarı atmasını beklerken; “O” bana gülümsedi ve gözleri sevinçle parladı.
“Sen... Sen de onu görüyorsun değil mi?” dedi hafifçe ve parmağını çok sonraları rüyalarımda beni kovalayacak olan o tuhaf görüntüye doğru uzattı.
“Tabii…tabii ki görüyorum..” dedim ona doğru bakarak. Taktığım kalın gözlüklerden dolayı ilk işittiğim alay değildi bu. “Herkes gibi, ben de görüyorum o...o... o şeyi ” diyebildim, ne gördüğümü tam tarif edemediğim için.
“Ah, hayır.” diye cevapladı beni sakince. “Herkes gibi değil.”
Daha sonra onunla sürecek arkadaşlığımız boyunca kullanmayı çok sevdiği şiirsel ve ağdalı konuşma tarzını ve zaman zaman kullandığı eski sözcüklerden dolayı benim ara sıra onun eski Osmanlı’dan kalma bir efsunger, bir sahir , bir cadu-fenn olduğunu düşüneceğim konuşma şeklini, o gün ilk kez işittim.
“Demek ki gönül gözün, kalp gözün açık dostum. Demek ki herkesin mantık kisvesiyle beynine kurduğu o sınırlı duvarlar yok sende. Kulakların keskin, kalbin ferah ve de hayal gücün zengin.”
“Şey evet...Çok çizgi roman okurum” dedim ne dediğini tam anlayamadığım için.
Gülümsedi. O anda sadece verdiğim saf cevaplara güldüğünü zannetmiştim. Fakat aradan uzun zaman geçip te, onunla ilk karşılaştığımız günü daha derinlemesine irdelediğimde; o gülümsemenin arkasında, kendisine benzer birini bulduğu, bu gitmeyi seçtiği zorlu yolda ona eşlik edecek ve yetiştirecek bir çırak bulduğu için duyduğu sevinçten dolayı gülümsediğini anlıyorum.
“O gördüğün hayalet var ya... O’nu şu an senden ve benden başka kimse göremiyor. Orada korku içinde duran laborantların, onu görseler bir dakika bile içeride kalacaklarını mı zannediyorsun? Ancak çok duyarlı olanları, hayvanlarda görünen bir içgüdüyle o tanımlayamadıkları nesnenin varlığını yakınlarında hissediyorlar. Çoğu insana göre bir mevhum, bir muhayyel olarak bilinen varlığın yanlarında durduğunu bilseler, o kurdukları katı mantık duvarları yıkılacağından, akıl sağlıklarını koruyabilirler mi zannediyorsun?”
Daha sonra hocam ve yol göstericim olacak olan fakat bana o anda sadece tuhaf konuşan biri gibi gözüken o şahsı merak içinde dinlerken, deneyleri bitmiş olmalı ki, öğrenciler hızla sınıflarını terk etmeye başladılar. Daha sonraları diğer başıma gelen hayalet vakalarında da gözlemleyeceğim gibi, çoğunun tüyleri diken diken olmuş ve gözbebekleri küçülmüştü.
“O hayalin ne kadarını görüyorsun?” diye sordu ilerde ustam ve hocam olacak kişi.
Sorusuna malesef net bir şekilde cevap veremediğim için canım sıkıldı, çünkü gerçeği söylemek gerekirse hayali net bir şekilde göremiyor, o yüzden de tasvir edemiyordum. Sert bir şekilde ve kendimi zorlayarak baktığımda hiçbir şey göremiyordum. Tam bakmaktan vazgeçip gözümü kaçırdığımda ise, o anda görüş alanımın kenarında beliriyordu, fakat kafamı çevirdiğim için onu kaybediyordum.
Ne zamanki dümdüz bakmaktan vezgeçip gözümü odaklamadan ve herhangi bir cismi kerteriz alıp onun yarım metre önüne bakmaya başladığımda, gözlerimi hafif kısıp kırpıştırmadan durunca, o anda görüş alanımda soldan sağa ve sağdan sola ağır ağır salınarak giden gri renkte bir figür gördüm.
“Net değil, gri bir çarşaf gibi.”diyebildim sadece.
Daha sonraları çokça göreceğim bir ifade olan ve insanları küçümsediği zaman kullandığı sırıtma ifadesini o gün ilk defa tatbik etmiş oldum. Dudakları yandan elmacık kemiğine, yukarıya doğru kıvrıldı ve suratına küçümser bir ifade takınarak pis pis güldü. Bana acıyormuşcasına,
“Heyhat. Oysa ben de seni özel biri zannetmiştim.” dedi. Sonra da benim yüzde yüz duymamı sağlayacak kadar yüksek bir ses tonu kullanarak güya kendi kendine konuşur gibi davrandı.
“Ne yapalım, bununla idare edeceğiz.”
Sonra bana tekrar döndü ve yüzüne acı çekiyormuş gibi bir ifade takınarak, sanki bir Sheakspeare oyununda başrol oynuyormuşcasına teatral bir duruşa geçti ve bana neler görebildiğini anlattı.

“Ben ise, yirmili yaşlarını henüz geçmiş, yanmamış tek gözünden umutsuzluk okunan birini görüyorum. Elindeki asit dolu test tübü, ayağı takılıp düşünce, üstünde patladığı için yüzünde ve vücudunda derin yaralar oluşmuş birini görüyorum. Derisinin altına kadar teneffüs eden asit, yüzünün sol tarafını kemiklerine kadar eritmiş – hatta bazı yerlerde kemikler dahi bu erimeye katılmış- kafasının tepesi tamamen kavrulmuş; saçlarla beraber derisinin, kafatasının ve beyninin bir kısmı delik deşik olmuş bir hilkat garibesi görüyorum. Boynunun altı katman katman soyulmuş olan bu biçare, şu anda yaşıyor olsa nefes borusundaki asit delikleri yüzünden tıslayarak nefes alıyor oluyordu.”
O, bana göremediğim hayalin dökülen bağırsaklarından, şişmiş lenflerinden, patlamış bronşlarından ve de saat gibi ritmik atan aort’undan bahsederken ben imrenek hayali görmeye çalışıyor, fakat az önce bahsettiğim o gri karaltıdan daha fazlasını göremiyordum. Onun bir erkek ve çok yaralı olduğunu hissedebiliyordum, fakat onun dışında hiç duyu organım o silueti netleştirmeme yardımcı olmuyordu.
Daha sonraları ustam hakkında araştırma yapınca, onun tam bir piyazcı ve kampanacı olduğunu; bunun nedeninin baba sevgisi görmeden büyümesi ve amcasına sürekli kendini ıspatlamak çabasında olduğunu anlamış, büyük bir sükut-ı hayale uğramıştım. Yıllar sonra düşününce onun aslında olmak istediği kadar güçlü olmadığını, ama bunu kimsenin anlamaması için bu özelliğini türlü türlü martavallarla,  göz ve laf cambazlığıyla, kumpas ve kolpalarla örttüğünü anladım. Büyük ihtimalle o gün benden bile daha az bir şeyler görmüş, fakat bu zayıflığını belli etmemek için bana bağırsakları dışarda gezen adam hikayesinin öttürmüştü.
Ne kadar dalavereci olursa olsun, yine de bu gibi doğaüstü olaylarda inanılmaz bir bilgisi ve tecrübesi vardı.
“Sence bu hayali buradan nasıl uzaklaştırabiliriz?” diye sordu bana.
Hiç ama hiç bir fikrim yoktu. Hayalet nasıl uzaklaştırıldı ki? Sopayla falan dürtsen gitmezdi herhalde . Filmlerden bildiğim kadarıyla yere daire filan çizilmesi gerekiyordu ama içine önemli semboller de bezenmeliydi. O sembollerin de ne olması gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Çaresizce baktığımı görünce ileri bir adım attı, laboratuvarda ve etrafta kimsenin kalmadığına iyice emin olduktan sonra yüksek sesle konuştu.

“Hey sen... Orada öyle dolşana zavallı. Biz seni görüyoruz. Buraya gelsene.”
Gri karaltı olduğu yerde durdu, sonra birden o’nun önünde bitiverdi.
“Bak, birden öldüğünü, bunu beklemediğini, hala kendini tuhaf hissettiğini ve öldüğüne inanmak istemediğini biliyorum. Ama artık olan biteni kabul et, tamam mı?”
Gri karaltı olduğu yerde huzursuzca kıpırdandı durdu. Ustam yine o küçümseyici surat ifadesini takındı fakat bu sefer bu ifadeyi önümüzde tereddüt içinde salınan hayale yöneltmişti.
“Artık herşeyi anladın. Şimdi siktir git!”
Ve gitti. Gri karaltı birden ortadan kaybolmuştu. Ben ne olup olmadığını anlamaya çalışırken O bana baktı ve konuştu. Hayatımda ilk defa gördüğüm bu adamın, tek ve basit bir hamleyle bir hayaletten kurtulduğuna inanamamıştım.
“Bu mucizevi dünyaya, benle beraber adım atmak ister misin çırağım?” diye sordu.
Böyle ilginç bir teklifi nasıl reddedebilirdim ki? Başımla onayladım. Yüzüne bu sefer yerleşen sırıtma küçümsemekten uzaktı, bilakis sevinçle doluydu.
“Harika.” dedi. “Başlayalım o zaman.” 
  
Mayıs 2011
Tunc PEKMEN
Tunç Pekmen


Öykünün yazarı Tunç Pekmen hakkında:
74 yılında İzmirde , Akrep burcunu son dakikada yakalayarak doğdu. Okuma ve yazmayı çizgi roman okuyarak söktü; o günden beri çizgi roman okumaya , toplamaya, koleksiyon yapmaya ve de çizgi roman senaryoları yazmaya devam ediyor. Bunun dışında bilim kurgu denemeleri de var. Evli ve iki kedisi var. Hep beraber bir şekilde yaşamayı sürdürüyorlar.
Uzun John : http://www.uzunjohn.com

Yorumlar

Adsız dedi ki…
2. öykü ne zaman yayınlanacak?
Kültürel Güncel dedi ki…
@Adsız(?)
Bir aksilik olmazsa, ikinci öykü bir hafta içinde yayınlanacak.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türk çizgi romanı ne durumda?

Ömer Muz Röportajım:

Kaliteli bir yerli polisiye: "Karanlıkta Koşanlar"